Deklanşöre basıldığında duyulan sese kulaklarınız aşina olduğunda, kendinize ayırabildiğiniz her dakika fotoğraf denilen o büyülü dünyanın içinde dolaşıyorken buluyorsunuz kendinizi. Etrafınıza bir başka bakıyor, her gördüğünüzden bir fotoğraf karesi çıkartmaya çalışıyorsunuz. Fotoğraf çekmediğiniz zamanlarda da daha önce çektiğiniz fotoğrafları izleyip, “bunu da ben çektim” diye gururlanıyorsunuz.
Yine ve her hafta sonu olduğu gibi bu hafta sonu da yollardayız. Bu sefer ki güzergahımız Konya merkeze çok da uzak olmayan oldukça eski bir tarihe sahip Muhsine köyleri. Bu yolculuklar hem yeni bir keşif hem de yeni insanlarla tanışma imkanı demek… Yolculuk için her zamanki arkadaşlarla plan yapıp hazırlanıyoruz. Cengiz, Hakan, Kerim hocam ve Salih ağabeyle birlikte düşüyoruz yola. Bu yol için rehberimiz Cengiz Hocamız.
Yol üzerinde Altınapa barajının kenarında duruyoruz. Sakin ve bulutlu bir hava var. Suda oldukça berrak ve hoş bir yansıma oluşmuş. Çekmeden geçmek olmaz deyip birkaç kare fotoğraf alıp yola devam ediyoruz. Küçükmuhsine köyü dağlık bir alana yerleşmiş, genç nüfusun hemen hemen hiç kalmadığı, geçmişte geçimini hayvancılık ve dokumacılıkla sağlayan ancak bu iki geçim kaynağının da artık kalmadığı bir yerleşim yeri. Köyün tarihinin Selçuklu’ya kadar ulaştığını Cengiz Hocam köye girmeden anlatıyor ve biz bu kadar yakında, böylesi özel bir yerin bulunmasına şaşırıyoruz.
Köyün girişinin sağ tarafında bulunan kayalara oyularak yapılmış kaya mezarlarını uzaktan görüyoruz. Köye girişte gözümüze ilk çarpan, Kapadokya bölgesinde örneklerine rastladığımız coğrafi oluşumlar… Yine bu oluşumların içinde kayalara oyulmak suretiyle yapılmış barınma yerleri dikkatimizi çekiyor.
Hemen bu yerleri keşfetmek için rampaya sarıyoruz. Köy konağının önünde otomobilinin içinde oturan bir yurttaşımız pencereyi açıyor, selamlaşıp sohbete dalıyoruz. Arıcılık yaptığını, kovanların yanına gideceğini, kısa bir süre sonra döneceğini, dönüşte bize çay ikram etmek istediğini söylüyor. Unutmadan söyleyeyim, Cengiz hocam bu köyün eniştesi, sayesinde ilgi alaka yüksek, bir enişte lafıdır gidiyor.
Biraz zorlansak da kaya evlerine çıkıp içlerini keşfetmeye çalışıyor bir yandan da fotoğraf çekmeye devam ediyoruz. Çekimleri tamamlayıp aşağıya indiğimizde arıcı beyin kovanların yanından dönerek bizi beklediğini görüyoruz. “Haydin buyurun eve” diyor, peşine takılıp gidiyoruz. Eski usul bir köy evi, ahşap yapı ve son derece sade bir köy evi odası, yer minderlerine oturup koyu bir sohbete başlıyoruz.
Arıcı yurttaşımızın ismi Mehmet Ali, uzun yıllar Konya'da tekstil imalatı ile uğraşmış, sonra emekli olarak köye yerleşmiş, arıcılığa merak salmış, kurslara katılmış ve şimdi kovanları var. 2 yıl önce 5 kovanımı çaldılar diyor, geçen sene peteklerin çoğu dolmadı, bu sene iyi olacak diyor ve bize arı, bal, petek hakkında bu yaşıma kadar hiç duymadığım bilgileri aktarıyor. Örneğin özel bir ambalaj içinde Karadeniz bölgesinden ana arı kargoyla gönderiliyormuş, kafesin içine kek, su emdirilmiş bez parçası, 1-2 tane de işçi arı konuluyormuş. Gelen ana arıyı kovanın içine geldiği kafesle koyuyorlarmış, bir kaç gün içinde ana arı kokusunu kovana salıp, diğer arıları hükmü altına alıyormuş. Aksi durumda yani kafesten çıkarıp kovan içine konulursa diğer arılar kraliçe arıyı öldürüyormuş.
Arılar petek yapımına ortadan başlayıp bazen de rastgele yerlerden devam ederek birleştiriyorlarmış işin sonunda tüm petekler aynı açıda ve tam sığıyormuş, artık hücre olmazmış, tüm hücreler eşit büyüklükte ve tam birleşiyormuş.
Bir de bahar gelmeden önce yeşil renkli bir şeker veriyormuş kraliçe arıya, kraliçe arı bahar geldi zannedip işçi arı üretmeye başlıyormuş bu sayede daha fazla oğul alabiliyormuş, normalde 2 kat alınırken bu abimiz 3 kat oğul alıyormuş kraliçeyi kandırıp.
Arılar hava çok soğuk olduğunda kovan dışına çıkamazlar, 10 gün çıkmasa bile dışkısını asla kovan içine yapmazlarmış, ne zaman hava ısındı hemen çıkar dışarı dışkılar ve kovana girerlermiş. Ayrıca arının kendi ürettiği ve propolis denen madde özellikle kovanın doğal koruma yöntemi imiş, bu şekilde arılara hastalık ve güve gelmezmiş.
Mehmet Ali ağabey bize böyle anlattıkça hayretle dinliyor, şaşkınlıkla yeni sorular sorup sohbeti koyultuyoruz. Bir yandan sohbet ediyoruz, bir yandan bilgi dağarcığımızı zenginleştiriyoruz, bir yandan da Mehmet Ali ağabeyin ikram ettiği balı ve propolisi tadıyoruz. Çaylar içilip sohbet bitince köyün hemen üst tarafında bulunan Hacı Haydar Sultan Veli Türbesinin bulunduğu Erenler Tepesi’ne doğru yol alıyoruz.
Yolun bir kısmına kadar araçla gidip daha sonra yürüyerek devam ediyoruz. Cengiz ve Kerim hocam türbeye çıkıyor, biz aşağıda kalıp gördüğümüz kareleri çekmeye devam ediyoruz. Erenler Tepesinde her yer ayaklar altında, bir taraf Altınapa Barajı, karşımızda karlı dağlar. Seyir zevki çok güzel olan bir yerdeyiz. Beden yorulsa da gönül huzur buluyor. En çok dikkatimi çeken o yüksek rakımda parmak kalınlığında suyun aktığı çeşme oluyor. Bir gece orada vakit geçirip yıldız pozlama dediğimiz teknikle fotoğraf çekmeye karar verip dönüşe geçiyoruz.
Tırmanmaktan dolayı ayaklar yorgun, gördüklerimizden dolayı gönüller hoş, fotoğraflardan dolayı son derce keyifli dönüyoruz evlerimize.
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere...
https://www.pusulahaber.com.tr/kucukmuhsine-koyu-arim-balim-petegim-9358yy.htm |